İnsan, dünyayı kendi penceresinden izler; fakat unutulmamalıdır ki hiçbir pencere bir diğerinin manzarasına açılmaz.
Bugün toplumun, kurumların ve özellikle "güç" sahiplerinin bireylere biçtiği, adeta üzerine zorla giydirdiği o dar gömlekten, yani "yakıştırma kimliklerden" bahsetmek zorundayız. Çünkü birine parmağını uzatıp "Sen şusun" demek, yalnızca bir tanım değil, çoğu zaman bir tahakküm biçimidir. İşte bu yüzden, "Senin görme biçimin benim kimliğim değildir" cümlesi, sadece kişisel bir itiraz değil; adaletin, özgürlüğün ve insan onurunun en gür sesli haykırışıdır.
Adalet, bir toplumun omurgasıdır deriz hep. Peki ya o omurga eğilirse? O zaman sadece hukuk sistemi değil, insanların başı da öne eğilir.
Yoksulluğun derinleştiği, toplumsal kırılmaların uçuruma dönüştüğü coğrafyalara bakın. Orada adalet, çoğu zaman erişilmez bir lükse dönüşmüştür. Kimliği başkaları tarafından, masa başlarında veya önyargılı zihinlerde tanımlanan birey, hukukun kendisine bir kapı araladığını göremez. Oysa hukuk, güçlünün sopası değil; hakikatin kalkanı olmalıdır. Adaletin terazisi, insanı cüzdanıyla, statüsüyle değil; sadece "insan" olduğu için tartmadığı sürece, o toplum nefes alamaz.
Yoksulluk dediğimiz şey, yalnızca cebin boş olması değildir; insan onuruna yöneltilmiş en büyük tehdittir.
Şehirlerin arka sokaklarına, çatısı çökmek üzere olan evlere, viran olmuş mahallelere bir bakın. O yıkık dökük duvarlar, sadece betonun yorgunluğunu değil, orada yaşayan insanların umutlarının nasıl yıprandığını da anlatır bize. Sefaletin kıskacına alınmış bir insandan, güçlü bir kimlik inşa etmesini bekleyebilir misiniz? Kimlik inşası için güven gerekir, saygınlık gerekir, en önemlisi özgürlük gerekir.
Açlıkla sınanan insanlara, bir de haksız kimlikler, temelsiz yakıştırmalar ve önyargılar yüklemek; toplumsal vicdana vurulmuş en ağır darbedir.
Kimlik sadece sosyal değil, aynı zamanda ekolojik bir meseledir. Doğa, insanın ruhsal kimliğinin bir uzantısıdır. Dereleri kurutulmuş, ormanları rant uğruna yakılmış, havası zehirlenmiş bir toplum, sadece ciğerlerini kaybetmez; kimliğini besleyen damarlarını da yitirir.
Çoraklaşmış topraklarda üretim yapamayan çiftçinin, beton yığınları arasında çocuk büyütmeye çalışan ailenin hikâyesi, aslında koparılan bağların hikâyesidir. Doğayı katletmek, insanın köklerini söküp atmaktır.
Bir ev, sadece dört duvar ve bir çatıdan ibaret değildir. Orası sevinçlerin, acıların, hatıraların ve yarına dair hayallerin kalesidir.
Depremlerle, sellerle, ekonomik krizlerle veya ihmallerle viran olan her ev, o toplumun en kırılgan noktasını ifşa eder. Bir insanın yuvasını kaybetmesi, kimliğinin bir parçasının enkaz altında kalması demektir. "Viran olmuş evler", sadece istatistiksel bir veri değil; yıkılan yaşamların somut kanıtıdır.
Sonuç olarak şunu net bir şekilde anlamalıyız: İnsanı tanımlamak kimsenin haddi ve görevi değildir. Herkes kendi kimliğini, kendi eylemleri ve özgür iradesiyle belirler.
Adaleti, doğayı, barınma hakkını ve özgürlüğü savunmak; aslında bireyin "kendi olma" hakkını savunmaktır. Toplum ancak ve ancak şu gerçeği içselleştirdiğinde iyileşir: Hiç kimsenin görme biçimi, bir başkasının kimliği olamaz.
Kimlik; özgürlükle, adaletle, doğayla ve insan onuruyla birlikte, ancak ve ancak "saygı" duyulduğunda var olur.