Eskiler; "Fakirin yanında malından, hastanın yanında sağlığından, dertlinin yanında mutluluğundan bahsetme," derlerdi. Bu sadece bir nezaket kuralı değil, toplumu bir arada tutan manevi bir tutkaldı. Adına "hâl bilmek" derlerdi.
Vitrinleşen Hayatlar ve Kanayan Yaralar
Şimdi sosyal medyanın parıltılı ekranlarına bakın; sofralar, tatiller, kahkahalar... Hepsi birer başarı belgesi gibi masaya vuruluyor. Oysa o sofraya bakarken karnı aç olanı, o tatile bakarken yatağa bağımlı olanı, o mutlu aile tablosuna bakarken bir evladın kokusuna hasret kalanı ya da annesini yeni kaybetmiş bir yetimi kaçımız hesaba katıyoruz?
Kendi mutluluğumuzun, bir başkasının mahrumiyetine çarpıp parçalanmasına izin veriyoruz. Oysa zarafet, sahip olduğun nimetin "görünmezliği" ile ölçülür. Kendi ışığınla başkasının karanlığını yüzüne vurmamaktır insanlık.
Empati Değil, Gönül Gözü
Mahkûmun yanında özgürlüğü, çocuksuzun yanında çocukları övmek, teknik olarak bir suç değildir belki ama vicdan terazisinde ağır bir vebaldir. Karşımızdaki insanın eksikliğini bir "yoksunluk" olarak değil, bir "imtihan" olarak görüp; o imtihana hürmet etmektir asıl mesele.
Bugün modern dünya bize "kendini gerçekleştir," "başarılarını kutla," "kim ne derse desin yaşa" diyor. Ama kadim kültürümüz tam tersini fısıldıyor: "Senin olanı sakla ki, olmayanın canı acımasın."
Kelimelerin İyileştirici Gücü
Konuşmak kolaydır; zor olan sükûtun inceliğine bürünmektir. Bir yetimin başını okşarken kendi anne-babanızdan aldığınız desteği anlatmak, o başa dokunan eli zehirli bir iğneye dönüştürür.
Gelin, bugünden itibaren kelimelerimizi birer kalkan yapalım. Başkasının yarasını sarmaya gücümüz yetmiyorsa bile, o yaraya tuz basacak cümlelerden kaçınalım. Çünkü hayatın en büyük başarısı, çok şeye sahip olmak değil; sahip olduklarınla kimseyi incitmemeyi başarabilmektir.
Unutmayalım; dünya döner, devran değişir. Bugünün sağlıklı olanı yarının hastası, bugünün zengini yarının muhtacıdır. Bizi ayakta tutan şey mülkümüz değil, birbirimizin kalbine bıraktığımız o ince sızısız izlerdir.