
Modern yaşam, konforu artırırken vicdanı geride bıraktı. Ormanlar “arsa”, dereler “kanal”, dağlar “maden sahası” olarak görülmeye başlandı. Bir ağacın kaç kuşa yuva olduğu, bir derenin kaç köyü beslediği değil; kaç metrekare rant ürettiği konuşulur oldu. İşte kopuş tam da burada başladı. Doğayla bağını koparan insan, zamanla toplumla ve hatta kendi iç dünyasıyla da bağını kopardı.
Bugün iklim değişikliği yalnızca bilim insanlarının tartıştığı bir konu değil. Kuraklıkla ürününü kaybeden çiftçinin, selde evini yitiren yurttaşın, yangında ormanıyla birlikte umudunu da kaybeden köylünün meselesidir. En acı olan ise bu bedeli en az sorumluluğu olanların ödüyor olmasıdır. Doğa tahribatı, aynı zamanda derin bir sosyal adaletsizliktir.
Sorun yalnızca bireysel duyarsızlık da değildir. Yanlış politikalar, denetimsizlik ve kısa vadeli çıkar hesapları doğayı savunmasız bırakmaktadır. Doğayı korumak, kalkınmanın önünde bir engel gibi sunulurken; aslında gerçek kalkınmanın doğayla uyumlu yaşamdan geçtiği bilinçli biçimde görmezden gelinmektedir.
Oysa çözüm mümkündür. Doğaya hükmetmek yerine onunla uyum içinde yaşamak mümkündür. Yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve halkın birlikte karar aldığı, toprağı ve suyu koruyan, gelecek kuşakları gözeten bir anlayış mümkündür. Doğa sevgisi romantik bir duygu değil; akılcı, bilimsel ve vicdani bir zorunluluktur.
Unutmayalım: Doğa bizden intikam almıyor, bize ayna tutuyor. O aynada gördüğümüz ise kendi açgözlülüğümüz, ihmalkârlığımız ve sessizliğimizdir. Eğer bu aynaya bakmaktan kaçarsak, yarın çocuklarımıza bırakacağımız tek şey beton, duman ve susuzluk olacaktır. Doğayı korumak, aslında insan kalabilmenin son sınavıdır.