1920’li yıllar… Anadolu’nun her karış toprağında yoksulluk, acı ve umut iç içe geçmişti. İşgalle kavrulan, yangınlarla kül olan, umudun bile kıt olduğu o yıllarda, bir millet yeniden var olmanın destanını yazıyordu. Bu destanın en sessiz ama en güçlü sayfalarını ise Anadolu kadını kaleme aldı — kimi zaman bir kağnının ardında, kimi zaman cephe gerisinde bir kazan başında, kimi zaman da şehit düşen eşinin emaneti çocuklarıyla…
Kağnısıyla cepheye dikenli tel taşıyan o kadın, yalnızca yük taşımıyordu; bir milletin bağımsızlık iradesini, özgürlük tutkusunu, vatan sevgisini taşıyordu. Elleri nasır, yüzü güneş yanığı, gözleri kararlı… O kağnının tekerlekleri, Anadolu’nun kaderini çeviriyordu.

Kurtuluş Savaşı’nın tarihine baktığımızda, kadınların adları çoğu zaman anılmaz. Ancak her cepheye mühimmat ulaştıran kağnının ardında bir kadın vardı. Her yorgun askere bir parça ekmek uzatan, yaralıları saran, cepheye haber götüren, evladını askere uğurlarken gözyaşını içine akıtan hep onlar oldu.
O kadınlar, erkeklerin cephede mermi sıktığı yerde, cephe gerisinde aynı kararlılıkla direndiler. Kimi zaman sırtında mermi taşıdı, kimi zaman soğukta donmak üzere olan askerin üstünü kendi şalıyla örttü. “Vatan sağ olsun” derken sadece bir sözü değil, bir kaderi dile getirdi.
Kışın en sert günlerinde, yolların buz tuttuğu, kurtların uluduğu dağlarda, cepheye ulaşması gereken malzeme bekliyordu. O kağnılar, yalnızca dikenli tel değil, bir milletin geleceğini taşıdı. Her bir dönemeçte, bir umut filizlendi. Her bir mola, bir duayla devam etti.
O kadın, karanlıkta yönünü yıldızlarla buldu. Bir elinde kağnının ipi, diğer elinde dualar vardı. Çocuklarını köyde yaşlı anasına emanet etti, “Ben dönmezsem, siz büyüyün” dedi. Dönmedi belki… ama ardında bağımsız bir vatan bıraktı.
Kadının emeği bu topraklarda hiçbir zaman eksik olmadı. Ancak Kurtuluş Savaşı yıllarında o emek, bir milletin dirilişine dönüştü. Nasır tutmuş elleriyle tarlayı sürdü, erzak hazırladı, mermi taşıdı, yaraları sardı. O günkü yorgunluk, bugünkü özgürlüğün temeli oldu.
Onlar, savaşın görünmeyen askerleriydi. Silahı yoktu ama inancı vardı. Emir almadılar ama görev bildiler. Onlar için “vatan” sadece bir kelime değil, çocuklarının geleceği, dedelerinin mezarı, gökyüzü kadar kutsaldı.
Cumhuriyetin temelleri atılırken, o kadınların alın teri hala toprağın kokusundaydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dünyada hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmede Anadolu kadını kadar emek vermemiştir” sözü, tarihin en doğru tanıklığıdır. Çünkü o kadınlar, savaşın sessiz kahramanları değil; zaferin görünmeyen mimarlarıydı.
Bugün özgürce dalgalanan al bayrağın her kıvrımında, o kadınların nefesi, duası, teri vardır. Kağnısına yüklediği dikenli tellerle düşmana karşı siper kurarken, aslında geleceğimize sınır çizmiştir: bağımsızlık çizgisi.
Kağnısıyla cepheye dikenli tel taşıyan Türk kadını, bir fotoğraf karesinde değil, bir milletin hafızasında yer etti. Onun yürüyüşü, sadece toprağın değil, tarihin damarlarına kazındı.
Ayazın altında bebesini, kendi canını değil kurtuluşun mermisini düşünen bir ulus tutsak yaşayamaz. Hiçbir güç o halkı bağımsızlığından yoksun bırakamaz. Ve o ulusa, Türk ulusuna en yakışan yönetim, kağnılarla mermi taşıyarak kurduğu Cumhuriyet’tir.
Bugün biz, o nasırlı ellerin mirasçılarıyız. O kadınların sessiz kahramanlığını, her 29 Ekim’de, her 8 Mart’ta değil; her nefeste, her adımda anmak borcumuzdur. Çünkü onlar, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de ışığı oldular.
Zeynep Tunç
